Bu kırk yıllık süre içerisinde, onlarca
ülkede yine onlarca alt türüyle rock, pek çok müzikal tavrı etkilemekle
kalmadı, kendine ait bir kültürü de yarattı. Ortaya çıkışıyla bugün
geldiği nokta arasında -doğal olarak- önemli farklara sahip olan bu
müzik türü, kendini müzik endüstrisine kurban ettiği halde ve yine bu
müzik endüstrisine rağmen ilkelerini korumaya çalışıyor. Artık “rock”
denildiğinde akla ilk gelen şey, siyahlar giyinmiş uzun saçlı gençlerin
sert, sinirli tonlar eşliğinde kafa salladığı, duman altı konser
salonları değil. Rock’u artık yalnızca kendine “rocker”** diyen gençler
de dinlemiyor. Ve asıl önemlisi rock artık “muhalif” olmakla eş anlamlı
değil.
Kapitalizmin özellikle metropollerde yarattığı adaletsizliğe tepki, bu
sistemin getirdiklerini kabul etmeme, dünyanın sömürülmesine karşı
çıkma düşünceleriyle ortaya çıkan rock; bugün müzik endüstrisi ve onun
“piyasa”sının elinde ciddi savrulmalar yaşamaya devam ediyor.
Rock, kapitalizmin bilinen kuralını sorunsuzca uygulayıp başarılı
olduğu başlıklardan biridir, demek yanlış olmayacaktır: Muhalif olanı
kendi kurallarına göre tekrar şekillendir, ondan kazanmanın yollarını
bul, böylece “isyan”ı yozlaştırdığın gibi para kazanmaya da devam et,
bir taşla iki kuş vur!
Rock; 1960’lı yılların başında rock’n roll’a yeni bir biçim getiren
İngiliz müzik grupları ile ortaya çıktı. Vokal melodi ve çoğu kez buna
eşlik eden bir vokal armonisini destekleyen elektrik gitar, bas gitar
ve davulla yapılan müzik olarak tanımlanır. Org, piyano ya da
synthesizer da, alt türlerin pek çoğunda kullanılır. Yine “rock”un ilk
dönemlerinde bakır ya da ağaç üflemelilere, özellikle saksafona sıkça
rastlanılır. Üflemeli çalgıların 1990’lı yıllarla birlikte yavaş yavaş
etkisini kaybetmeye başladığını da ekleyelim.
Rock, çok geniştir ve sınırlarının tanımı da bir o kadar belirsizdir.
Derdini sert tonlarda anlatan, diğerlerine göre hızlıca ve kolaylıkla
söylenip çalınabilen bu müzik türü, birçok müzik türünün karışımıyla
ortaya çıktı. Rock’un ne olduğunu anlatmaya başlamadan önce onu ortaya
çıkaran bazı müzik türlerine göz atmakta fayda var.
1600’lerin başında Afrika’dan Amerika’ya getirilen siyah köleler, büyük
pirinç tarlalarında çalışmaya başladılar. Köleler bu toplu çalışmalar
sırasında hep birlikte şarkı söylüyorlar, söyledikleri şarkıların
sözlerinde de özgürlüğü, köleliğin getirdiği haksızlık ve
adaletsizlikleri, buna karşı olmayı, birliği, mücadele etmeyi ifade
eden sözlere yer veriyorlardı. Bir süre sonra, cumartesi geceleri
eğlenme hakkını elde eden köleler, bu eğlencelerde özgürlük
mücadelelerini yüksek sesle dile getirmeye başladılar. Blues*** bu
toplu çalışmalar ve eğlenceler sırasında doğdu; köleliğin 1800’lerin
ortalarında kaldırılmasında da etkili bir role sahip oldu.
Bununla birlikte zorla Hıristiyanlaştırılan siyahlar, dinsel ayinleri
sırasında dans, çığlık atma, ritim tutma gibi Afrika’dan getirdikleri
bazı tapınma yöntemlerini Hırıstiyan dualarına soktular. Gospel****;
siyahların beyazlardan aldığı ibadet yöntemlerinin içine “Afrikalı”
ritimleri ve coşkuyu katarak ortaya çıkardıkları yeni bir müzik
tarzının adı oldu.
Dini içerikli müziklerin yanı sıra özellikle siyah olmayan göçmenler
tarafından gitar, banjo ve mandolin ile icra edilen folk***** da
gelişimini sürdürmeye devam ediyordu.
1800’lerde köleliğin kaldırılmasının ardından diğer bölgelere giden
siyahlar, kuzeyde İrlandalı ve İskoç göçmenlerden kemanı, güneyli
göçmenlerden de gitar ve mandolini öğrenme fırsatı buldu. 1900’lere
gelindiğinde blues artık geniş çevrelerin tanıdığı bir müzik türü
olmuştu. Müzisyenler, yaşadıkları değişik bölgelerin kültür ve etnik
yapısından etkileniyor, bu etkilenmeyi farklı blues türlerine kaynak
yapıyorlardı. Müzik endüstrisi de bu dönemde yeni yeni oluşuyor, ırkçı
tepkilerin olabileceği riskini de alarak blues kayıtlarından oluşan
plakları piyasaya sürmeye başlıyordu.
1930’lu yıllarda blues, Louis Armstrong, Ella Fitzgerald ve Billie
Holiday gibi sanatçıların çabalarıyla, caz ile buluştu. Müzik,
katıldığı her formla birlikte yeni bir forma bürünüyordu. 1940’lı
yıllara gelindiğinde blues, teknolojiyi de kullanarak gücünü artırmaya
devam etti. Blues’in en iyi yorumcusu olarak kabul edilen B.B. King,
1948 yılında ilk siyah radyosu olan WDIA’da program yapmaya başladı.
Bu, siyah toplumun hakları için önemli bir gelişmeydi. Çalgılardaki
yenilikler ve genç müzisyenlerin çabaları “jump”, “boogie” “R&B”
(Rhythm and Blues) gibi yeni yeni formları ortaya çıkarmakta gecikmedi.
Öbür yandan gitar, banjo ve kemana dayanan ve daha çok beyazların icra
ettiği ‘folk’ da ‘country’ gibi formlarla gelişimini sürdürüyordu.
İsimlerini belki de aklımızda tutmaya zorlanacağımız bu türler
içerisinde rock’n roll’a ve dolayısıyla rock’a geçişteki son yapı taşı
R&B’dir (Rhtyhm and Blues). R&B’nin oluşmasında, 1940’lı
yıllarda ekonomik nedenler yüzünden güneyden kuzeye göç eden siyah
blues ustalarının, gittikleri yerlerde piyano ve nefesli çalgılarla
tanışması etkili olmuştur. R&B, o güne kadar oluşturulan bütün
siyah müzik türlerinin bir karışımıyla ama ‘blues’un armonik çatısı
altında oluşmuş bir müzik türüydü. İlk dönemler yalnızca siyahların
radyo istasyonlarında çalan bu yeni tür, kısa süre sonra alt ve orta
sınıf beyaz gençleri de etkilemeye başladı. 1950 yılına gelindiğinde
beyazlar da R&B yapmaya başladı ama beyazların yaptığı bu müzik
türüne ilginçtir, “rock’n roll” adı verildi. Bu isim değişikliğini ünlü
rock’n roll piyanisti Fats Domino şu şekilde anlatmıştır: “Biz, New
Orleans’da 15 yıl öncesine kadar rock’n roll’a ‘R&B’ derdik”.